Günlük hayatın içinde küçük bir kuşku belirdiğinde, zihnin hemen daha büyük bir soruya yöneldiğini fark ederiz: “Ne kadar emin olabiliriz?” İşte tam da bu sorudan yola çıkan Descartes, düşünce tarihine damgasını vurmuş yöntemini ortaya koyar. Ona göre kesin bilgiye ulaşmak için önce her şeyden şüphe etmek gerekir. Bu şüphe yolculuğu, sonunda “Düşünüyorum, öyleyse varım” ifadesine varır ve aklın güvenilirliğini merkeze koyar.
Tanrı anlayışında da benzer bir berraklık göze çarpar. Tanrı, mükemmelliğin ve doğruluğun temeli, insan aklının güvenilirliğinin garantisidir. Böylece Tanrı, yalnızca inanç konusu değil, akıl yürütme ile kavranabilecek bir hakikat haline gelir.
Zihin ile beden ayrımı, onun düşüncesinin merkezinde yer alır. Kartezyen dualizm, ruhsal olan ile maddi olanı kesin çizgilerle birbirinden ayırır ve bu yaklaşım, sonraki yüzyıllarda felsefenin ve bilimin yönünü belirleyen temel tartışmalardan biri olur.
Aklı ve mantığı bilginin en güvenilir aracı olarak görür. Ona göre hakikat, mantığın açıklığında ve düzeninde aranmalıdır. Sezgi ya da ilham bu sistemde ikinci plandadır.
Gerçeklik konusunda da aynı tutarlılık sürer. Duyuların güvenilmezliğini kabul eder ve yalnızca akla dayanarak gerçekliğe ulaşılabileceğini savunur. Böylece gerçekliğin ölçütü, zihnin kesin yargılarında bulunur.
Descartes’ın düşünce sistemi, insana berrak bir yöntem ve sağlam bir dayanak sunar. Bununla birlikte biz, hakikatin yalnızca akıl yoluyla değil, farklı yollarla da kendini gösterebileceğine inanırız. Zihnin açıklığı kıymetlidir ama bazen ilhamın sessizce sunduğu bir işaret ya da sezginin derinliği de düşünceyi ileriye taşır. Gerçeklik yalnızca tek bir kapıdan girilen bir alan değil; farklı pencerelerden bakıldığında derinleşen bir manzara gibidir. Şüpheyle açılan bu yol, kesinlikle tamamlanmak zorunda değildir; bazen bilinemezlikte yürümek de en sahici yolculuktur.