Panlectic Felsefe

“Gerçeği yalnız aramadım; onun tohumlarını taşıyan karıncalardan biri olmayı kabul ettim.” — Panlektik Epistemoloji

Bazen evreni anlamaya çalışırken gözümüz sürekli akışa takılır. Her şey hareket halindedir: bir tohum filizlenir, bir yıldız söner, bir düşünce doğar. Alfred North Whitehead de evreni böylesi bir süreç olarak kavrar. Ona göre dünya durağan bir yapı değil, dinamik bir oluşun ve sürekli değişimin ifadesidir. Tanrı, bu sürecin hem içindedir hem de ötesindedir; varoluşun her anına katılır.

Whitehead’in bu bakışı, evreni daima hareketin ve dönüşümün sahnesi olarak görmemizi sağlar. Fakat bir başka yorumda, Tanrı’nın yalnızca süreçlerle sınırlanamayacağı; O’nun muradının bazen sessizlikle, bazen de açık işaretlerle tecelli ettiği hatırlatılır. Tıpkı toprağı hazırlayan, tohumu eken bir çiftçinin, verimi belirlemeyen ama mümkün kılan bir güçle temas etmesi gibi.

Charles Hartshorne ise Tanrı’yı iki yüzlü bir varlık olarak tasarlar: değişmeyen, mutlak yönü ve dinamik, değişken yönü. Yaratılıştan etkilenen ve her varlığın deneyimine katılan bir Tanrı düşüncesi sunar. Bu yaklaşım Tanrı’yı çok yakın kılar; evrenin nabzıyla birlikte atan bir kalp gibi.

Ama başka bir ihtimal de vardır: yaratılışın içindeki tüm değişimlerin aslında daha derin bir hikmetin tecellisi olması. Tanrı’nın evrende olup bitenle şekil aldığını düşünmek yerine, her değişimi O’nun iradesinin bir yansıması gibi okumak. Bir bebek ana rahminde gelişirken, annenin bilinçli iradesinden bağımsız olarak o akışın ilerlemesi gibi. Sessiz, ama hayranlık uyandıran bir düzen.

Schelling ise doğayı Tanrı’nın kendini açığa çıkarmasının yolu olarak görür. Ona göre Tanrı ve doğa ayrı varlıklardır; doğa, Tanrı’nın kendini ifade etmesinin aracıdır. Bu nedenle doğa, yalnızca güzelliğin değil, zıtlıkların ve çatışmaların da kaynağıdır.

Bir adım geri çekilip bakıldığında, doğanın gerçekten de Tanrı’nın mutlak kudretinin yalnızca bir izi olabileceği düşünülebilir. Çiftçi toprağı işler, tohumu eker; ama ani bir don, bütün emeği altüst edebilir. Bu da doğanın ardında işleyen hikmetin, insanın asla bütünüyle kavrayamayacağı bir derinlik taşıdığını hatırlatır.

Bu üç düşünür, bize sürecin, ilişkinin ve doğanın Tanrı’yla bağlarını farklı yönlerden göstermiştir. Ancak bir başka okumada, hepsini birleştiren bir çizgi belirir: Tanrı’nın hikmetinin daima aklımızın ötesinde bir boyut taşıdığı. Biz yalnızca pencerelerden bakar, sınırlı izler görürüz. Bir hücrenin neden işlevsiz hale geldiğini ya da bir kalbin neden durduğunu tamamen açıklayamayışımız gibi. Hayat, yalnızca maddi düzenle açıklanamayacak bir sır taşır. Belki de en büyük görevimiz, bu sessiz tecelliyi fark etmek, ama onu tanımlamaya kalkışmadan hayretle seyretmektir.

Scroll to Top