İnsanın kendini ve dünyayı kavrayışı, çoğu zaman bir illüzyonun içinden geçer. Bu illüzyon, gerçeği gizleyen bir perde değil, tam tersine, gerçeğe dokunma biçimidir. Panlectic düşünce, bu perdenin dokusunu inceler: onu yırtmak değil, hangi ipliklerle dokunduğunu anlamak ister. Cinsellik, aşk ve sevgi de işte bu dokunun en yoğun iplikleridir. İnsan bunlar aracılığıyla hem kendi varlığını hisseder hem de o varlığın sınırlarını unutur.
Cinsellik: Bedenin Hafızasında Saklı Yanılsama
İnsanın cinselliğe yüklediği anlam, yalnızca üreme dürtüsünün ötesine geçer. Cinsellik, türün devamını sağlamak için biyolojik olarak kodlanmış olsa da, zihnin onu aşırı anlamlandırması bu kodun üstüne yeni katmanlar ekler. İnsan, bir başka bedene yöneldiğinde aslında yalnızca dürtülerine değil, kendi varoluşunun yankısına yönelir. O çekim hissi, “öteki”ne değil, kendi içindeki eksikliğe dairdir.
Cinsellik bu yüzden güçlü bir illüzyondur: çünkü hem içgüdüsel hem de kutsallaştırılmıştır. Beden, bir tapınağa dönüşür; arzular, bir ritüel gibi icra edilir. Oysa bütün bu kutsiyet, doğanın bir oyunudur. İnsan, “ben istiyorum” dediğinde bile aslında doğanın istemini yineler. Biyoloji konuşur, insan bunu aşk sanır.
Bu farkındalık, özgürleşmenin başlangıcı olabilir ama özgürleşme kolay değildir. Çünkü insan, kendini cinselliğin içinden tanır. Cinsellik, insanın varoluşunu hissettiği en doğrudan alandır; bu yüzden ondan kurtulmak, varoluşun en çıplak hâline dayanabilmeyi gerektirir. Budist düşüncenin “maya” dediği illüzyon tam da budur: varlığın içine gömülmüş bir yanılsama. Panlectic bakış açısından, cinsellik bu mayanın en derin formudur — hem en doğal hem de en sahte olanıdır.
Aşk: Cinselliğin Ruh Giydiği Biçim
Aşk, insanın cinselliğe anlam giydirme çabasıdır. Bedensel dürtü, zihinsel bir yücelikle birleşir; böylece insan, arzunun kölesi olduğunu unutur. Aşk, doğanın insanı üremeye yönlendiren içgüdüsünü romantikleştirir. Bu yüzden aşk hem yüksektir hem kırılgan: çünkü kökleri topraktadır ama gözleri göktedir.
Platon, aşkı ideaların dünyasına açılan bir kapı olarak görmüştü. Panlectic düşünce ise o kapının, insanın kendi zihninde açılıp kapandığını söyler. İnsan, “ideal” bir aşk ararken aslında kendi eksikliğini idealleştirir. Her sevgi nesnesi, kendi içimizdeki boşluğun bir aynasıdır. Bu yüzden aşk, birleştirici olduğu kadar ayrıştırıcıdır da. Bizi bir başkasına yaklaştırır ama aynı anda kendimizden uzaklaştırır.
Aşk, insanın kendi bilincine karşı işlediği en zarif yanılsamadır. O, cinselliğin göğe yükselmiş hâli gibi görünür ama temeli hâlâ topraktadır. İnsan aşık olduğunda, doğanın onu yönlendirdiği gerçeğini unutmak ister; oysa aşk, doğanın en incelikli maskesidir. Nietzsche’nin “güç istenci” dediği dürtü burada da işler — ama bu kez arzu, estetik bir biçim almıştır.
Aşk, insanı yüceltir çünkü o, yanılsamanın en güzel formudur.
Sevgi: İllüzyonun Ötesinde Bir Sessizlik
Aşkın geçici, cinselliğin yanılgılı doğasının ötesinde, sevgi diye bir kavram vardır. Ancak bu kavram da güvenli değildir. Sevgi, insanın kendini aşma arzusunu barındırır, ama bu arzu da yine insanın kendi varlığını anlamlandırma çabasına bağlıdır. “Koşulsuz sevgi” dediğimiz şey, aslında bilincin kendi sınırlarını zorlamasıdır — tamamen bencil olmayan bir sevgiyi düşünmek bile insan doğasına aykırıdır, çünkü her bağlanmada bir kendini tamamlama isteği saklıdır.
Panlectic düşünce, sevgiyi cinselliğin ve aşkın ötesinde bir farkındalık alanı olarak görür, ancak onu da kutsamaz. Sevgi, tıpkı diğerleri gibi bir inşa, bir anlamlandırma biçimidir. Farkı yalnızca şudur: sevgi, anlamı kendinde aramaz. O, bir tür sessizliktir; insanın illüzyonların farkına varıp onları artık yargılamadığı bir bilinç hâlidir.
Belki de sevgi, yanılsamayı aşmanın değil, onunla barışmanın adıdır.
İllüzyonun Anatomisi: İnsan Neden Aşka İnanır?
İnsan, aşkın ve cinselliğin birer yanılsama olduğunu bilse bile onlara inanmayı sürdürür. Çünkü bu inanç, yaşamın anlamını taşır. Schopenhauer’in dediği gibi, doğa insanı kandırır — ve bu kandırılma, türün devamını sağlar. Freud, bu kandırılmanın adını “libido” koymuştur. Nietzsche, onu güç istencine bağlamıştır. Sartre ise aşkın özünde bir sahip olma isteği gördüğünde, insanın özgürlükle tutku arasında sıkıştığını fark etmiştir. Hepsi farklı dillerde aynı şeyi söyler: insan, doğa tarafından programlanmış bir varlıktır; aşk ve cinsellik ise bu programın en zarif kodlarıdır.
Budizm’in “maya” kavramı, Panlectic bakışta yeni bir yankı bulur: aşk ve cinsellik, varlığın kendini sürdürmek için yarattığı bir rüyadır. Bu rüya içinde insan hem en çok yaşar hem de en çok yanılır. Ama belki de yanılmak yaşamın bedelidir.
Sonuç: Biyolojinin Şiiri, Bilincin Oyunu
Cinsellik, aşk ve sevgi — hepsi birer yanılsama, ama aynı zamanda birer hakikat biçimidir. Çünkü insan, yalnızca yanılsama aracılığıyla hakikate dokunabilir. Gerçeğin çıplak hâliyle yaşamak mümkün değildir; zihin, anlam üretmeden var olamaz. Bu yüzden aşk da cinsellik de sadece biyolojik değil, aynı zamanda ontolojik zorunluluktur: insan, kendini bu oyunla var eder.
Panlectic düşünce, bu oyunu reddetmez; onu anlamak ister. Çünkü anlamak, aşmanın ilk biçimidir. Cinsellik, insanı dünyaya bağlayan zincirdir; aşk, o zinciri altından bir süsle gizler; sevgi ise zincir olduğunu kabul eden bilincin sessizliğidir.
İllüzyonun farkına varmak, onu yok etmek değil, onunla dans etmeyi öğrenmektir.
Ve belki de insanın en derin bilgeliği, tam da bu dansta gizlidir.






