Panlectic Felsefe

Plotinus: “Bir’den taşan her şey, ona geri döner.” — Enneadlar

Gökyüzünün kırıldığı yerde – Panlectic Felsefe

Uzak diyarlarda, ne haritalarda adı geçen ne de yolcuların uğrak yeri olan bir vadide, eski zamanlardan beri tek başına yaşayan bir bilge vardı. Onun ne bir evi vardı ne de sınırları; bazen bir ağacın altında uyur, bazen yıldızları örtü yapardı. İnsanlar ona Gökyüzü Anlatıcısı derdi çünkü geceleri yukarı bakar ve sanki orada, görünmeyenin içinde bir şeyler görürdü.

Bir gün, yorgun bir yolcu vadiden geçerken onu buldu. Üzerinde uzun yolculukların izlerini taşıyan bu adam, dizlerinin üstüne çöktü ve gözlerini bilgeye dikti.

“Sana bir soru sormaya geldim,” dedi.

Bilge ona baktı ve hafifçe gülümsedi.

“Bütün sorular, cevaplarını arayan insanlar kadar eskidir. Ama anlat bakalım, sorunun ağırlığı ne kadar?”

Yolcu bir taş aldı ve avucunda tarttı. “Bir cevap vermezsen, ağır kalır. Ama belki bir sözünle hafifler.”

Bilge başını salladı.

“O halde sor bakalım.”

Yolcu derin bir nefes aldı.

“Dünya neden böylesine büyük ve ben neden bu kadar küçük hissediyorum?”

Bilge, yavaşça eğilip yerden bir avuç toprak aldı.

“Küçük müsün gerçekten? Yoksa sadece neye baktığını bilmiyor musun?”

Yolcu bir an duraksadı.

“Ben görmek istiyorum. Ama neyi aradığımı bilmiyorum.”

Bilge elindeki toprağı parmaklarının arasından kaydırdı.

“Görmek, gözle değil, bilmekle olur. İnsan her şeyi aynı anda göremez. O yüzden, evrenin bilgisi parçalara bölünmüştür. Her çağ, her insan, her öğreti, bu bilginin bir parçasını taşır. Ama bilmek isteyen kişi, bu parçaları toplamak zorundadır. Bunlar tıpkı nehir kıyısına düşen taşlar gibidir; her biri suyun içinde şekillenmiş ama birbirinden ayrıdır. Eğer eline tek bir taş alır ve ‘İşte hakikat budur’ dersen, geride kalanları unutur, göremediklerinden mahrum kalırsın.”

Yolcu başını salladı.

“Yani, her şeyin bilgisi bir anda kavranamaz.”

“Hayır, kavranamaz. Çünkü insan, evrenin tamamını değil, sadece kendi gözlerinin yettiği kadarını görür. Ama görebildiğini, başka gözlerin gördükleriyle birleştirebilir.”

Yolcu, kucağına düşen bir yaprağı aldı.

“Peki ya burası? Burası sadece ağaçların göğe yükseldiği bir vadi mi? Yoksa burası da mı bir parça?”

Bilge gözlerini uzaklara dikti.

“Burası bir kapıdır. Her yer bir kapıdır. Ama kapının ardında ne olduğunu merak etmeyenler için, burası sadece bir vadidir.”

Yolcu bir an sustu, sonra fısıldadı:

“Ve merak edenler için?”

Bilge hafifçe gülümsedi.

“Merak edenler için burası, bilinmeyene açılan bir yerdir.”

O anda rüzgâr, vadi boyunca esip geçti. Bilge, elini uzattı ve havadaki kum tanelerini yakalamaya çalıştı. Ama rüzgâr, onları taşırken bilgenin parmaklarının arasından kayıverdi.

“Bak,” dedi. “Bilgi de böyledir. Onu yakalamaya çalışırsan, elinden kayar. Ama avcunu açık tutarsan, rüzgâr sana taşıdığı parçaları getirir.”

Yolcu, kendi ellerine baktı. “O halde benim yapmam gereken, avucumu açmak.”

“Evet,” dedi bilge. “Ama sadece ellerini değil, zihnini de.”

Yolcu derin bir nefes aldı.

“O halde bana söyle… Eğer evrenin bilgisi parçalara bölündüyse, neden bazıları bunları bir araya getirmeye çalışmıyor?”

Bilge gözlerini kapattı.

“Çünkü bazıları bildikleriyle yetinmeyi tercih eder. İnsan, bazen kendi küçük bahçesinin ötesine bakmayı korkutucu bulur. Oysa büyük bahçeye girenler, bütün bahçenin kokusunu duyar.”

Yolcu başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Yıldızlar ona hep aynı gibi görünüyordu ama içindeki biri artık farklı görüyordu. Çünkü anlam, yalnızca bulunması gereken bir şey değil, yaratılması gereken bir şeydi.

Ve o gece, yolcu yola devam etti. Ama artık sadece bir yolcu değildi. O artık, kendi hikâyesini dokuyan bir bilgeydi.

© 2025 Panlectic Felsefe - Panlectic Philosophy - All Rights Reserved